Orman Medeniyeti Japonya
Şifayı Kutsal Ormanlarda Aramak
Bu yazım Nihayet Dergisi’nin Temmuz 2021 sayısında yayınlanmıştır.
Bir gün, Fırtına Tanrısı Susanoo no Mikoto, sakalından bir tel koparır ve onu Sugi ağacına dönüştürür. Ardından, göğsünden kopardığı tüyü Servi ağacına, kalçasındakini Karaçam ağacına ve kaşından aldığı tüyü ise Defne ağacına çevirir. Sonra çocukları Itakeru no Mikoto, Ohyatsu-Hime ve Tsumatsu-Hime’ye bu ağaçları araziye yaymalarını emreder. Böylece Japonya yemyeşil bir ülke haline gelir. Yüzde 68’i ormanlarla kaplı olan Japonya’nın nasıl bu kadar yeşil olduğu, Japon mitolojisinde bu şekilde anlatılır. Dünyanın en hareketli ve kalabalık şehirlerinden biri olan Tokyo’da bile irili ufaklı olmak üzere 6000’den fazla park ve yeşil alan bulunur. En canlı semti Harajuku’da yürürken, birden kendinizi Tokyo’nun en büyük parkı Yoyogi Park’ta buluverirsiniz.
Japonya, neon ışıklı kent yaşamı ile tanınmasının yanında, doğa ile olan ilişkisi bakımından da çok ilginç bir ülkedir. Sadece Japonya’nın nasıl bu kadar yeşil olduğu değil, ülkenin yaratılışı bile doğa temaları içeren mitolojik hikayelerle anlatılır. Doğa, Japon kültürünün ayrılmaz bir parçası ve Japon olmanın, yani kültürel kimliğin tamamlayıcı bir unsuru olarak görülür. Augustin Berque, Japonya’nın temel kimliğinin doğada yattığını ve “Ne kadar doğal, o kadar Japon” olduğunu söyler.
Japonların doğa ile olan ilişkisi, “Batılı” eğilimlerden tamamen farklıdır. Onlar, doğayı kontrol etmek yerine onunla harmonik bir şekilde yaşamayı amaçlarlar. Depremler, tayfunlar ve tsunamilerle doğanın öfkeli ve sert tarafını görmeleri bunda elbette etkili olmuştur. Doğayı kontrol edemeyeceklerini ve eğer doğa isterse büyük trajedilere maruz kalabileceklerini bildikleri için, onunla uyumlanmaya çalışırlar. Doğa ile olan bu ambivalant ilişkiyi, “Depreme, onunla birlikte sallanarak dayanmak” cümlesi en iyi şekilde özetler belki de. Ayrıca, doğanın farkında olarak yaşama izlerini ve ona duydukları saygıyı haiku şiirlerinde, bahçe mimarisinde, çiçek düzenlemelerinde, çay törenlerinde ve hatta dövüş sanatlarında görmek mümkündür. Japonlar, özellikle dört mevsimin kendine özgü özelliklerini ellerinden geldiğince takdir ederler. İlkbaharda kiraz çiçekleri, yazın cıvıl cıvıl ağustos böcekleri, sonbaharda kırmızı akçaağaç yaprakları ve kışın karla kaplı manzaralar onları derinlemesine etkiler. Bu mevsim geçişleri konusunda güçlü bir farkındalığa ve doğal güzelliğin geçiciliğine karşı yüksek bir duyarlılığa sahiptirler ki bu tamamen Mono no Aware felsefesiyle alakalıdır. Mono no Aware (物の哀れ) kavramı, tüm güzelliğin sonluluğuna ve kırılganlığına dair sezgisel bir farkındalığı ifade eder ve melankoli duygularına yol açar. Genellikle güzelliği kısa ömürlü olan kiraz çiçekleri (sakura) ile ilişkilendirilir. Mevsim geçişlerine ve doğaya olan yakınlıklarını hayatın hemen her alanında görebilirsiniz. Bir kimono deseninde, hazırlanan yiyeceklerin süslemelerinde, geleneksel resim sanatı ukiyo-e’lerde…
Japonların doğa ile olan yakın ilişkisi, yerel inançları Şintoizm ve Budizm ile de oldukça bağlantılıdır. Dinin çevresel sürdürülebilirlik ile ilişkisi, genel olarak Asya dinleri örneğinde özellikle güçlü olmuştur. Taoizm, Budizm, Hinduizm ve Konfüçyüsçülük, İbrahimi dinlerin karakteristiği olan insanmerkezciliğin aksine, tüm varlıkların karşılıklı bağımlılığına dair derin bir farkındalığa dayanan ekolojik gelenekler olarak tanımlanmıştır. Özellikle Taoizm’in çağımıza ekolojik bilgelik sağlayan bir inanç olduğu savunulmuştur. Çin, bu konuda kendini öncü görmüş ve “Yeşil Din” olarak adlandırdıkları Taoizm adına çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Çin Taoist Derneği, çevrenin korunması amacıyla, kutsal dağ Taibaishan’da bir “Taoist Ekoloji Tapınağı” kurmuş ve ayrıca bir “Çin Taoist Ekoloji Koruma Sekiz Yıllık Planı” oluşturmuştur. Bu faaliyetler, daha önce olduğu gibi Taoizm’i batıl inançlardan ziyade “ulusal miras” olarak görmeye başlayan Çin ulusal hükümeti tarafından desteklenmiştir.
Modern Taylandlı Budistlerin, ormansızlaşmayı önlemek için bir taktik olarak ağaçları “kutsama” uygulaması, uluslararası alanda da önemli bir ilgi görmüş ve yeşil bir din olarak Budizm kavramlarının yayılmasına katkıda bulunmuştur. Benzer örnekler Hindistan ve birçok Asya ülkesinde görülebilir. Bunun yanında, Japonya’nın “yerel” din olarak kabul ettikleri Şintoizm ile doğa arasındaki ilişki kutsal bir derinliğe sahiptir. Şintoizm ve Budizm’de kutsal kitap yoktur ve iki inanç da doğanın Tanrı’nın kitabı olduğunu ve ilahi mesajın oradan okunması gerektiğini söyler. Şintoizm’de animist düşünceler hakimdir ve sekiz milyondan fazla tanrı olduğuna, her yaratılmışın bir ruhu olduğuna ve ağaçlarda, dağlarda, nehirlerde, gök cisimlerinde ikamet eden “Kami”lerin (ruh tanrı/ilah) olduğuna inanılır. Meşhur Japon sözü bu inancı şöyle özetlemiştir: “Bir pirinç tanesinde bile yedi tanrı vardır”. Fuji Dağı onlar için kutsaldır; aynı şekilde ormanların çoğu, içinde var olduğuna inanılan kamiler sebebiyle kutsaldır ve onlara saygı duyulmalıdır. Zira kutsal olan ve içerisinde kodama (ağaç kamisi) yaşadığına inanılan bir ağacı keserseniz lanetlenebilirsiniz.
Şintoizm ve doğa temasını belki de en çok görebileceğiniz yer, Hayao Miyazaki animeleridir. İzleyenlerin doğal güzellikler karşısında huzur bulduğunu söylediği bu animeler, Japon kültürünün ve inancının birçok yansımasını barındırır. Örneğin, Ruhların Kaçışı (Spirited Away) filminde ana karakter Chihiro, yüzlerce kaminin yaşadığı bir mekânda bulur kendini ve kurtulmasına yardım eden Haku da esasen bir Nehir Tanrısı’dır. Prenses Mononoke, insanın doğayı yıkımı üzerine işlenmiş ağaç kamileri (kodama), kutsal ormanlarla dolu destansı bir filmdir. Ağaçlara duyulan saygıyı görebileceğimiz bir diğer film ise Wood Job’dır. Üniversite sınavını kazanamayan bir gencin Japonya’nın yeşil bir köyünde ormancılık stajına başlaması ve yaşadığı olaylar dizisini anlatan filmde, Japon halkının ormana, ağaca ve doğaya karşı tutumlarını görmek mümkün. Ormancıların, daha ormana girmeden yaptıkları dini ritüeller, bir ağacı keserken duydukları hassasiyet, yılın belli bir günü orman tanrısının ağaçları sayması nedeniyle işe ara vermeleri tamamen Şinto inançları ile ilişkilidir.
Eski çağlarda ormanın içinden seçilen bir ağaç veya kaya kutsal kabul edilir, tanrılar ruhlarını sunmaları için buraya davet edilirmiş. Dolayısıyla bu gelenekle bağlantılı olarak, günümüzde bir Şinto tapınağına gittiğinizde, hemen hemen hepsinin geniş ağaçlıklarla çevrili olduğunu görürsünüz. İçerisinde tapınak bulunan bu ormanlara “Chinju no Mori” (鎮守の森) yani “kutsal orman” denilmektedir. Başta bu ağaçlar insan eliyle dikilmiş olsa da, bu mekânlar kutsal sayıldığı andan itibaren hiçbir insan müdahalesi hoş görülmemekte, hiçbir şey eklenmemekte veya çıkarılmamakta; ağaçlar, bitkiler ve hayvanlar kendi kendine yaşamaya bırakılmaktadır. Bu kutsal ormanlarda, ağaçlar devrildiğinde olduğu yerde kalır ve toprağa karışması beklenir.
Doğa Terapisi: Shinrin-Yoku
Doğanın ve bilhassa ormanların, ağaçların kutsal sayıldığı, üçte ikisinin yeşil alan olduğu, kısaca orman medeniyetine sahip bir ülkede ormanın iyileştirici gücüne yönelik bir inanç gelişmesi kaçınılmazdır. Japonlar, bu iyileştirici güce dair bir kavram ortaya çıkarmışlar: Shinrin-Yoku. Shinrin-Yoku “森林浴” kelime anlamı itibariyle “Orman Banyosu” na karşılık gelen
bir kavram. Japon Tarım, Ormancılık ve Balıkçılık Bakanlığı tarafından 1982'de ortaya çıkarılan Shinrin-yoku, orman ortamlarındaki faaliyetlerle insanların zihinsel ve fiziksel sağlığını iyileştirmek için kullanılmakta. Dönemin Bakanı Tomohide Akiyama’nın orman ziyaretlerini sağlık ve zindelik odaklı eko-turizmle ilişkilendirerek yeni bir kimlik kazandırma fikriyle oluşan bu kavram çok eski olmasa da ülkenin orman kültürünün köklerine temas etmektedir.
Aşırı çalışma ve strese bağlı hastalık, Japonya'da en iyi bilinen fenomenlerden bazıları ve hatta Japonca “karoshi” (過労死) kelimesi aşırı çalışma sonucu ölümü ifade etmektedir. Shinrin-yoku uygulaması, bu endişeye ülke çapında bir yanıt olarak görülmüştür. Öyle ki Japonya’ daki bazı şirketler, çalışanların sağlık stratejilerinin bir parçası olarak bunu hafta sonu kaçamakları olarak organize etmeye başlamış. Birçok Japon, orman banyolarını ve doğa terapisini hafta sonu kaçamaklarının bir parçası haline getirmiş. Şehirden uzaklaşıp dinlenmek, enerjilerini ve odaklanmalarını yenilemek için dağlara çıkmak iyi bir seçenek haline gelmiş.
Peki tam olarak nedir bu Shinrin-yoku? Esasında “farkında olarak” yapılan bir orman ziyareti denilebilir. Biraz mindfullnes biraz şimdi ve burada felsefesi ile, bilinçli şekilde, birçok duyuyu harekete geçirerek yapılan bu orman ziyaretleri yürüyüş, ağaçlara dokunma, yemek yeme, meditasyon, yoga gibi aktiviteleri içeriyor. Ama bu ormanda öylesine yürüyüş yapmakla aynı şey değil. Yürüyüşün farkında olarak, ağaçlara dokunarak, ormanın kokusunu içe çekerek, kuşların cıvıltısını ve yaprakların sesini dinleyerek beş duyunun harekete geçirilmesi hedefleniyor. Telefon ve elektronik cihazların geride bırakılması tercih edilen bir yöntem. Başlangıç olarak
seçilen bir ormanda yavaş bir yürüyüş yapmak, biraz egzersiz yaparak gevşemek, belki daha sonrasında getirilen yiyeceklerle piknik yapmak orman banyosu etkinliklerinden bazıları. Hiçbir yardımcıya, rehbere hatta büyük bir ormana ihtiyaç duymadan da gerçekleştirmeye imkan sağlayan bu doğa terapisinin (evinizin yakınındaki bir park da iş görür) Japonya’da rehberler eşliğinde yapabilecek bir tur aktivitesi olarak görmek de mümkün. Şehre ulaşımı kolay orman kenarlarında oluşturulmuş şifa merkezleri, yürüyüş parkurları ve kaplıcalarla doğa terapisi bir üst seviyeye taşınmış gözüküyor.
Sadece bir ormanda yürümek, vakit geçirmek nasıl insana iyi gelir diye soracak olursanız Shinrin-yoku’nun ve doğanın insan ruh sağlığına olan pozitif etkileri konusunda birçok araştırma yapılmış ve sonuç olarak nabzı düşürdüğü, stres seviyesini azalttığı, odaklanmayı ve hafızayı güçlendirdiği, depresyona eğilimi azalttığı, bağışıklık sistemini geliştirdiği gibi birçok bulgu elde edilmiştir. Öyle ki yapılan bir araştırmada orman manzaralı ofiste çalışanlar, orman manzarası olmayanlara göre daha az stresli bulunmuş. Buna bağlı olarak Aromaterapi’nin de insan psikolojisine olumlu etkileri olduğu gözlenmiş. Ormana dair uçucu yağların iç mekanlarda kullanılması, ev dekorasyonunda bitkilere yer verilmesi stres seviyesini düşüren ve odaklanmayı güçlendiren etkili faktörler olarak saptanmış. Özellikle pandemi sürecinde evimizin yakınında bir park olmasının bile ne büyük bir nimet, çiçek ve minik sebzeler yetiştirebileceğimiz bir balkonun varlığının zenginlik olduğunu sanırım hepimiz çok iyi anladık. Yeşile, ağaca, toprağa duyduğumuz hasret bile doğanın iyileştirici etkisinin gücünü kanıtlar nitelikte. Hemen hemen herkesin emeklilik hayali olan müstakil ev ve bahçe, şehirden uzaklaşıp köye yerleşme fikri, daha genç ve çılgın olanlarımızın sık sık doğada kamp yapması tamamen iyileşmek ve yenilenmek adına değil mi? Bütünüyle doğaya dönemesek de doğanın bizi iyileştirdiğini fark etmek, ona saygı duymak, belki de onu kutsal kabul edip ondan bir miktar korkarak zarar vermekten kaçınır hale gelmemiz gerekiyor. Çünkü onu kaybedişimizin simülasyonunu her geçen gün gerek pandemiyle gerek afetlerle
deneyimliyoruz. Belki de bizi iyileştiren ormanlarımız, nehirlerimiz, denizlerimiz için “Kutsalıma Dokunma” demenin vakti geldi de geçiyor.